Gözlerimi açtığımda araba taşlı yollardan zorlana zorlana gidiyordu. Gözlerimi ufka diktiğimde kumsala yanaşmakta olduğumuzu gördüm. Denizi ve altın rengi kumları gördüğümde heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Uzunca zamandır bunun hayalini kuruyordum. Biraz olsun dinlenmek ve yüklerimi birer birer suyun derinliklerine doğru bırakmak harika olacaktı.Yavaş yavaş kıyıya doğru yaklaştık. Biz yaklaştıkça kalbim daha hızlı atmaya başladı. Derken kenara doğru yanaştık, hızımızı iyice kestik ve en sonunda durduk. Arabadaki kimseyi beklemeden kapıyı açtığım gibi koşmaya başladım. Önce terliklerim, sonra şortum, en sonunda da tişörtüm bedenimi terk etti. Artık tamamen özgür olduğumu hissedince kendimi suya bıraktım. Ayaklarımdan başlayan ıslaklık hissi tüm vücudumu sarıncaya kadar koştum. En sonunda kafamı suyun içine gömüp 5 saniyeliğine sessizliğin tadını çıkardım. Kim ne derse desin su dünyanın en rahatlatıcı maddesiydi.
Yıllardır görmediğim arkadaşımla buluşmuşçasına hoplayıp zıpladıktan sonra yorulduğumu fark edip sudan çıkmaya karar verdim. Kumsala doğru döndüğümde ise hiç kimsenin olmadığını fark ettim. Ne arabada benimle gelen ailem, ne gereksiz sesler çıkaran çocuklar, ne de instagram için bol bol fotoğraf çekinen insanlar vardı. Kafam karışık bir şekilde kumda yürümeye başladım.
Bir şeyler bulma ümidiyle etrafa bakınırken en köşede bulunan ufak bir vitamin bar dikkatimi çekti. Bara yaklaştıkça masanın üzerinde kocaman bir bardak gördüm. Üzerinde “Beni iç!” yazan bardağın içinde mavi renkli bir sıvı vardı. Denemekten bir şey kaybetmeyeceğime karar verdikten sonra bardağı dudaklarıma götürüp içeceği yudum yudum içmeye başladım. Önce tatlı gelen fakat daha sonra boğazımı yakan bu mavi içecek birkaç saniye sonra başımı döndürmeye başlamıştı. Kendime gelmek için önce kumların üzerine oturdum. Daha sonra da gücümü topladığıma inanıp yürümeye başladım. Olabildiğince büyük nefesler alarak havayı ciğerlerime doldurdum. Yaklaşık 10 dakika yürüdükten sonra gözüme beyaz bir şey ilişmeye başladı. Ne olduğunu çok idrak edemedim önce. Daha net görebilmek için koşar adımlarla beyaz şeye doğru yürümeye başladım. Yeterince yakınlaştığıma karar verince birkaç tahmin daha yürüttüm kafamdan. Ve en sonunda karşımda mini bir buzdolabı olduğunu anladım. Kablosu herhangi bir yere bağlı olmayan otel tipi bu küçük buzdolabı bir kumsalın tam ortasındaydı. Kapağını açınca içinde çikolatalar, çilekler ve daha birkaç güzel atıştırmalık olduğunu görüp sevindim. Ama içlerinde özellikle koca bir kase erik dikkatimi çekti. Üç parmak büyüklüğünde olan ve üzerinde “Beni ye!” yazan bir kart eriklerin tam üzerinde duruyordu. Bugün kaybedecek bir şeyi olmadığını anlayan ben, karttaki emre itaat ederek kaseyi önce dolaptan çıkardım ve içinden en büyük eriği alıp yemeye başladım. Beklediğimden daha ekşi olan erik, yüzümü ekşitmişti.
Elimde bir kase dolusu erikle yürürken serin esen rüzgar bedenimi iyice gevşetmişti. Nedense uzunca süre yürümeye devam ettim. Fakat sonra bir anda yürümek için hiçbir sebebimin olmadığına karar verdim. Ve en yakınımdaki şezlonga uzandım. Göbeğimde duran kasenin verdiği soğukluk daha da uykumu getirmişti. 1 saniyeliğine gözlerimi kapayınca kendimi boşluğa bırakmıştım sanki. Ama derin bir sarsıntı beni uykumdan uyandırmıştı. Gözlerimi açtığımda arabanın rahatsız koltuğunda buldum kendimi. Her şeyden bihaber ailem bir yandan sohbet edip bir yandan bir şeyler yiyorlardı. Hemen sağımda bulunan camdan dışarı baktığımda o kocaman mavi tabela gözüme çarpmıştı: “Kars”. Yazıyı okur okumaz hayal kırıklığı her bir zerreme yayılmıştı. Hatta “Keşke okumayı bilmeseydim” diye bile düşündüm bir anlığına. İşte benim gerçekliğim buydu. Ama Freud’a hak vermek lazım. Rüyalar gerçekten de arzularımızın bir yansıması sanırım.